Nerelisin? Sivaslıyım. Olsun.
Çocukların deyimiyle yarın 15 tatil. Eğitim öğretim yılının yarısına ulaştık. Tüm hazırlıklar tamam, içim kıpır kıpır. Karneleri dağıttıktan sonra onbeş günlük tatil için Sivas’a memlekete doğru yola çıkacağım..
Karneleri özel uçlu mürekkep kalemle özenle doldurdum. Kalemi hergün kullanmadığım için divit ucu biraz kurumuştu. Özellikle divit dolma kalemlerin ucu kullandıkça kağıt üzerinde dans eder gibi ahenkle kayar gider. Hele özenle yazılmış ise bir estetik güzellik de ortaya çıkarır.
Karneleri doldurduktan sonra küçük bavulumu hazırladım. Annem için Sümerbank Mağazasından aldığım kumaşları ve yün battaniyeyi bir küçük hurç içerisine yerleştirmiştim. Karneleri dağıttıktan sonra hurç ve bavulumu beni ilçeye götürecek bir kızaklının arkasına koydum. Kızaklıyı çekecek atlar üşümesin diye üzerlerine Kars ’a özel keçeden yapılmış bir örtü vardı. Ben ve kızakcı sap ve saman dolu minderlerin üzerine oturduk. Dizlerimizin üzerine el tezgahında dokuma yün battaniyeleri örttük. Kırbacın havada şaklamasıyla atlar yürümeye, kızak hareket etmeye ve karlar üzerinde kaymaya başladık. Yokuş aşağı giderken hiç zorlanmıyordu atlar. Hatta ara sıra koşu kayışlarını çekerek atları rahvan yürüyüşüne geçiriyordu. Kızakcı işini biliyor, atların ağızlarında takılı kayışları çekerek atları yavaşlatıyordu. Böylece sanki motor freni devreye giriyor, kızak yavaşlıyordu ya da duruyordu. Soğuk hava içerisinde küçük beyaz bulutcuklar oluşuyordu atların nefes alıp vermeleri sonrasında. Nefes havacıkları içerisindeki sular sanki kristal tanecikleri gibi havada dans ediyordu. Hafif yokuşta zorlanan atlar ter kokusuna karışan karın gazı da salıyorlardı. Kızakçı küçük molalar verip atları dinlendiriyor, çiş yapmalarını sağlıyordu. Hemen atların kıçına yakın yerde oturduğumuz için gaz ve ter kokularını burnumuzda, aynen ayazın suratımıza çarptığı gibi hissediyorduk.
Kızakcı yokuşa gelindiği zaman aşağı iniyor, atların yularlarını, hocam bunları şöyle tut, biraz gergin olsun, hızlanınca gemi çekersin diye bana sürüş dersi veriyor , atların yanı sıra yürüyordu. Kızakcı hem ayaklarının hareket edip ısınması hem de atların yorulmaması için hafif yokuşlu yerlerde yapıyordu bunu.
Sık sık kapanan köy yolları, domuz burnu denilen dört çekerli bir araç, kar savurma makinası, paletli güvenlik aracı ve bir greyderden oluşan dörtlü araçlarla açılırdı. Yol güzergahındaki köylüler yol açma ekiplerine sıcak çay, çeçil peyniri ve teryağlı lavaş ekmek ikramında bulunurlardı. Kızağımız geçen hafta açılan yolda yer yer kar yığılmalarının üzerinden, atların adımlarının çıkardığı ‘hart hurt’ sesleri eşliğinde kayıp ilerliyordu.
İlçeye üş saatlik kızak yolculuğundan sonra ulaşmıştım. Kızakcıya parasını ödemiş, eşyalarımı dolmuş durağına bırakmasını tembihledikten sonra kızaktan inip ayaklarım üzerine bastığımda bir anlığına dengemi kaybedecek gibi olmuştum. Birazcık sendeleyerek ilerken ayaklarım beni frenliyordu. Zihnim hızlı gitmem gerektiğini söylüyor, ayaklarımı ise nazlanıyordu. Ayaklarımı sanki hissetmiyordum. Iki çift çorap giymeme rağmen düğün çeyiz senedi yazdığımda verdikleri yün çorabı keşge giyseydim diye düşündüm bir an. Biraz yürüdükten sonra ilçenin tek lokantasında bir sıcak çorba içip kendime gelmiştim. Acele etmeliydim.
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne uğrayıp, yarıyıl (onbeş tatili) tatili için memlekete gitmek üzere yola çıktığımı bildirip, vedalaşıp, dolmuşla Kars’a, oradanda tren ya da otobüsle Sivas’a gidecektim. Dolmuş durağına doğru yürümeye başladığımda havanın ayazı iyice hissedilir olmuştu. Yürümek iyi gelmiş sanki ayaklarıma can gelmişti.
Yol karla kaplı, güneş ışınlarıyla hafif eriyen karlar buzlanmaya yüz tutmuştu. Hava giderek soğumaya başlamış, koyu bulut kütlesinin üzerimize doğru geldiği, gün aydınlığını erkenden karartmaya başladığı kasvetli bir öğleden sonra başlamıştı. Böyle durumlar havanın sertleşeceği rüzgarın şiddetini artıracağının habercisiydi.
Kar yağışı hafiften başlamak üzereydi. Dolmuş durağında, Kars yolcusu kalmasın, acele edelim tipi kalkmadan gitmemiz gerekir! diye seslenen meydancının sesiyle irkilmiş, durağa bıraktığım eşyaları bagaja koymaya yeltenmiştim ki şoför, hocam eşyaları yanınıza alın, zaten kalabalık değiliz, diyerek bavul ve hurcu oturacağım koltuğun hemen arkasına koymama yardımcı oldu. Üç yolcu ve şoförle yola koyulduk.
Hareketten hemen sonra yoğun bir kar yağışı başladı. Öyle salına salına yere düşen kar tanecikleri değil, yüzlerce km hızla hareket eden onbinlerce kar tanecikleri sanki dolmuşun camlarına tokat atarcasına geliyor ve yok oluyordu. Hemen sonra binlerce kar tanesi, sonra yine binlercesi akarcasına üzerimize doğru geliyordu. Dolmuşun ısıtma sistemi ancak öncamlara sıcak üflüyor bir türlü içerisini ısıtamıyordu.
Bir süre sonra kar yağışı şiddetini artırarak tipiye dönüşmüştü. Tipi olunca yağan kardan daha fazla kar yağıyormuş gibi olurdu. Tipiyle beraber havada uçuşan karlar çukurları doldurup dümdüz beyazlıklar oluşturmaya başlamıştı. Yol kenarlarında greyderle sıyrılan kar yükseltilerinin önü arkası tipinin estiği yönde kar dolmaya başlamış, küçük beyaz dalgacıklar oluşmuştu. Bu durum giderek dolmuşun ilerlemesini engeller hale gelmişti. Henüz yolu yarılamışken Magirus model dolmuş kara saplandı. Üç yolcu dolmuştan inip aracı iterek yola devam etmeye çalıştık. Ne fayda patinaj yapan dolmuş yerinden kımıldamıyordu. Şoför araçtan inip şöyle bir etrafa bakındı. Yayla Belindeyiz. Rakım 2100. En yakın köy buraya iki km mesafede. Yürüyerek gitsek köye ulaşamayabiliriz. En iyisi dolmuşun içerisinde bekleyelim, belki karayollarının ekibi gelir ve bize yardım eder, dedi, dolmuşa bindik.
İçeriye sıcak hava vermesi için bir süreliğine dolmuşu çalışır tutmayı denedi şoför. Nafile hiç faydası olmuyordu. Mazot bitmesin diye temkinli davranıp ara sıra motoru durduruyordu. Dışarıda esen soğuk hava sanki işliklerimiz geçip tenimize değip iliklerimize kadar kendini hissettiriyordu.
Dışarıda ıslık sesiyle camlara çarpan kar tanecikleri karanlığa hakim olmuştu. Ara sıra radyoyu açıp haber dinlemeye çalışırken içeride hafif aydınlık oluşuyordu. Motor sesinin yerini tipinin kapı ve pencere aralıklarından içeriye doğru girerken çaldığı uğultulu ıslık sesi almıştı. Acı soğuk ve ince kar tanecikleri dolmuşun içerisinde girmeye ve hafifce beyaz rengini içeride hakim kılmaya ve üşümeyle korkma duygusu arasında çaresizliği yaşamaya başlamıştık.
Hurcun içerisindeki battaniyeyi çıkardım. Arka yan koltukta oturan kadın yolcuya, lütfen buyurun yanıma gelin, battaniyenin altına siz de girin dedim. Biraz çekindi, yanıma geldi, oturdu. Çift kişilik battaniye iyi gelmişti.
Adının Fazilet olduğunu, Sümerbank mağazasında çalıştığını, bu battaniyeyi çok iyi bildiğini söyleyerek sohbete başladık. Zaten ben de öğretmenlere taksitle satış yapan Sümerbanktan almıştım bunu diye karşılık verdim. Hakiki yün dokuma battaniye, en pahalı üründür, dedi. Evet, 40 bin liraydı fiyatı. diye karşılık verdim. Maaşımın neredeyse yarısı kadarını ödemiştim bir battaniyeye.
Sen hangi köyün öğretmenisin? diye sordu. Adım Erdem, Yaylacık Köyünü bilir misin? Dedim. Ha şu Pertik denilen kürt köyü değil mi? Evet evet orası, dedim. Onbeş tatil başladı galiba, memlekete mi gidiyorsun, dedi. Evet memlekete gideceğim, gidebilirsek, diye karşılık verdim.
Fazilet hanım Susuz’lu musunuz, diye sordum? Susuz‘lu olduğunu, Sümerbankta satış memuru olarak çalıştığını, aslında taksitli satışları kendisinin yaptığını ama beni hatırlamadığını söyledi. Alış veriş yaptığım tarihi söyleyince, o gün izinli olduğunu yoksa mutlaka hatırlayacağını ifade etti. Bir süre ordan burdan sohbet ettikten sonra; Fazilet hanım, Erdem bey sen nerelisin? diye sordu. Sivas’lıyım, dedim. Fazilet Hanım, hafif düşündü, olsun, eniştem de Sivas’lı, dedi.
Vakit ilerlemişti, ne gelen var ne giden. Dolmuşun içi iyice kar dolmuştu. Öndeki yolcular da yanımıza geldiler. Battaniyenin altında artık dört kişiydik. Konuşmanın yerini nefes alıp vermeler almıştı. Donacağız galiba donacağız sesleri ve nefes alıp vermelerle birlikte hareketsiz vücutlar birbirlerine iyice yaklaşmışlardı. Dolmuşun içi akşam karanlığında beyaz bir sessizliğe bürünmüştü.
Gözümü açtığımda hastahanedeydim. Kaç gündür bu haldeyim hatırlamıyordum. Gözüm diğerlerini aradı. Hemşire arkadaşların iyi merak etmeyin dedi.Dalıp dalıp gidiyordum. Gece yarısı kara yolları ekipleri bize ulaşmış, yarı baygın halde olan bizleri çıkarıp hastahaneye yetiştirmişler. Günlerce yarı aygın yarı baygın yatağa bağlı kalmışım. Hepimiz hayattaydık. Fakat benim ayaklarım bandajlıydı. Özellikle de sol ayağımın bandajı farklıydı, garip görünüyordu.
O gün taburcu edilecektim. İki adet koltuk değneği bulunmuştu. Birkaç kez koltuk değnekleri ile yürümeye çalıştım. Oldukça zorlanıyordum. Zülfiye yengemden mutlaka ders almam gerekecek. Genç yaşta ayağında oluşan yaranın ihmal edilmesi sonucu kangren olan sol bacağını diz üzerinden kesmişlerdi. Koltuk değnekleri ile evin içerisinde bir çok şeyi yaparken, düğün dernek eş dost ve aile ziyaretlerine gitmeyi de ihmal etmiyordu. Hayata başka bir tutkuyla tutunan yengemden öğreneceklerim var galiba diye düşündüm.
Fazilet hanımın ziyaretime geldiğini, yanımda oturduğunu hatırlıyorum. Son günlerde detaylı bilgileri ondan almaya başlamıştım. Taburcu olacağım gün Fazilet hanım yanıma geldi, yanında diğer yolcular, köy muhtarı ve iki öğrencim vardı. Erdem öğretmen müsade edersen koluna girip sana destek olmak istiyorum, dedi Fazilet. Teşekkür ederim, ben böyle iyiyim, dedim. Bir kaç gün sonra trenle Sivas’a memleketine gideceksin. Gitmeden bir kaç kontrol daha yaptıracaksın. O zamana kadar bizim evde kalır mısın, diye sordu. Düşündüm, sizin evde mi? olsun, dedim. Sol ayağımı hastahanede bırakarak koltuk değnekleri ile Fazilet’in peşinden yeni bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyordum.
Fazıl Küçük Koç Aarhus, Kasım 2024