Gemerek Niree….

Gemerek ve Ermeniler ‘Gemerek Nire Bloomington Nire’

Her sabah yolu uzatıp Oyaların evlerinin bulunduğu sokaktan geçip okula giderim. Ortaokul ikinci sınıftayım. Derslerimiz sabah saat 08.15 de başlardı. Bizim evden okula en fazla on dakikada varılırdı. Yarım saat önceden çıkardım okula gitmek için. Anam, oğlan okul aşkıyla her sabah yarım saat erkenden evden çıkıyor diye babama, birazda gururlanarak bilgi veriyordu. Köşe başında taş ahşap karışımı iki katlı bir ev ve evin büyükçe bir havlusu, tandır damı evlik, ahır samanlık, kocaman deposu ve bağ bahçe olarak da kullanılan bir kaç meyve ağacının da bulunduğu evdi onların evi. Havlunun içerisinde bir Man kamyon ve Reno 12 araba duruyordu. Ana kapının girişinde ise küçük bir kömürlük, içerisinde ise kurt cinsinden dedikleri köpekleri kalıyordu. Geniş havlu kapısı sürekli açık olurdu.

Benim aklımda ise bir şekilde tesadüfen ordan geçiyormuşum gibi yapıp Oya ile beraber yürüyerek okula gitmek vardi. Gayretlerimin karşılığını almış bir çok kez beraber okula gitmiştik. O çocuk dünyamda aşkmış sevdaymış adını koyamadığım bir duygu yaşıyordum. İlgi duyuyordum Oya’ya. Sanırım o da anlamıştı neden her sabah o sokaktan geçip okula gittiğimi. Neden böyle yapıyorsun diye adını koymamıştık ama sık sık zamanı ayarlayıp beraber okula gider olmuştuk. Sessizce kabul etmiştik yol arkadaşlığımızı. Bazen benimle yürümekten çekindiğini hissederdim. Evden mi tenbih alırdı, ya da başka bir şey mi vardı o sıralar pek çözemezdim. Biz oğlanlar sanki biraz konuları çözmede kızların gerisinde kalıyorduk.

Bir akşam karanlık çökünce içimden gelen sese uyup kendimi Oyaların avlusunda buldum. Ağacın altındaki kümesin kenarına ilişip ışık yanan odaların camlarına bakınıp duruyordum. Pencereler bir tül ve bir de desenli,  sarı kırmızı kumaş perdeleyle kapanmış, içerisi görünmez olmuştu. Gecenin  karanlığında belki bir umut, olurda şöyle perdeyi çeker, yüzünü ya da siuletini görürmüyüm düşüncesiyle hareket edip kendimi havlunun içinde balkona bakan tarafta, belkide mahallenin en büyük ceviz ağacının altındaki kömürlük mü desem, kümes mi desem bir küçük yapının orda bulmuştum.  Oturduğum yerden, hafif bir hırıltıyla dilini sevecen şekilde çıkaran karabaşın dibinde olduğumu anlamış, düşünmeden ani bir kararla oradan uzaklaşmam gerektiği doğrultusunda hareket edip, arkama bakmadan koşmaya başlamıştım. Köpek bir kaç kez havladıktan sonra peşimi bırakmış, evin dış kapısının lambası yanıvermişti. Oyanın annesinin sesi geliyordu ‘hırsız var hırsızzz’ diye. Biraz ilerde çarşıdan mahalle bekçisiyle beraber yürüyen, çakır keyif Manik amca ile karşılaşınca telaşlanmış, şaşkın bir halde yakalandım düye düşünmeye başlamıştım. Hayırdır yeğen neden kaçıyorsun diye seslenince ne diyeceğimi bilemedim. Manik amca sizin köpek havladı ordan geçerken biraz korktum diyebildim. Korkma yeğenim korkma,  Karabaş kimseye bir şey yapmaz, yapamaz. Zaten dişleri döküldü, kendi yalının ancak yiyebiliyor,diyerek beni uğurladı.

Ertesi gün doğrudan okula gitmiştim. Oya beni arıyordu. Kenara çekti, konuşalım dedi? Akşamdan beri orda olduğunu biliyordum, dedi. Ama artık yapma, babam farkında, annemle konuşurken duydum. Yolda seninle karşılaştığını, Karabaşın sana havladığını söyleyip telaşlandığını anlattı. İşte o zaman annem senin orda olduğunu anlamıştı. Kele herif ben çocuğun annesiyle konuşurum, sen arkadaşlığını bozma babasıyla, diye uyarmıştı.

Ertesi gün annem beni kaşısına alıp, ‘Oğlum elbet bir gün bir kıza gönlün düşecek, ama gönlünün düşeceği kız dengin olmalı. Annem ne konuştuğunu biliyordu da ben anlamıyordum. Biraz utanmıştım doğrusu. Anneme her derdimi anlatırdım elbet. O, benim sırdaşım, sığınağım, sıcaklığını kuş tüylü yorgan gibi hissettiğim annemdi. İlk kez annem benimle böyle konuşuyordu. Bir de oğlum, dikkat et başkasının evine falan gitme hırsız sanırlar sonra. Ya da köpek möpek ısırır Allah muhafaza. Mesajı almıştım. Kafamın almadığı şey, biz Oya ile sadece arkadaş idik ve de  iyi anlaşıyorduk. Hem Oya’nın hem de benim ailem, ilerde olması çok olası bir aşkın yeşermesinin önüne geçmişlerdi. Yıllar sonra anladım ki bizim birbirimizden fazlaca farkımız yoktu. Biz aynı yörenin insanıydık. Sadece farklı inanışlarımız vardı, o kadar. Aslında işin özü Oya ve ailesinin Ermeni olduğunu, görüşmememiz gerektiği talimatı geldikten sonra öğrenmiştim. Gerçi diğer adının Silviya olduğunu biliyordum  ama onun adını hiç yabansımamıştım. Benim için güzel bakan  güzel gözlü arkadaşımdı. Zaten çok sürmedi Oyaların göç ettiği haberi gelmişti. Aylar sürdü sokağa küskünlüğüm. Halen o sokaktan geçtiğimde içim burkulur. Bilirim ki Oyalar bir zamanlar orada yaşamışlardı.

Yıllar sonra babamdan dinlediğim hikayede  dedemin suçsuz yere bir ermeniyi vurduğu, komşumuz Yakup Amcanın köyünden, babasından, ağabeyleri ve tüm  yakınlarından nasıl kopartıldığı, bilim insanı Prof. Dr. İlhan Başgöz’ün Amerika’da Gemerek’li Loloyan ailesi ile bir araya gelişini, Serkis Usta’nın selamını götürdüğüm Gigi Köyündeki köy muhtarının baba dede dostu rastlantısını, değişik pancerelerden değişik insan manzaraları olarak belleğimden geçirip buraya aktarmaya çalıştım.

1900 lü yıllarda Sivas ve çevresinde Gürün’den sonra neredeyse en çok Ermeninin yaşadığı yerdir Sivas’ın Gemerek ilçesi. Ermeni Kilise kayıtlarında, zamanında Sivas vilayetinde nerelerde Ermeni ahalisinin yoğunlaştığı bilinmektedir. Halk arasında dolaşan söylentilerden hareketle, Gemerek İlçesinin Ermeni halkı tehcir öncesi yapılan propogandalardan etkilenip yavaş yavaş silahlanmaya başladığı, bu duyumu öğrenen yöre ahalisinin  kiliseyi bastığı, kilisede büyük küpler içerisinde saklanmış mavzer ve tabancalar buldukları, bunun üzerine hükümet kuvvetlerinin de desteği ile bir çok Gemerekli Ermeninin  Büyük Dere mevkiinde öldürüldüğü rivayet edilir. Yine aynı söylentilerin devamında bir çok Ermeninin komşuları tarafından kollanıp saklandığı,  tehcir kafilesine teslim edilmediği de anlatılagelir.

Yıllar geçsede memleketini unutamayan ve Gemerekçe konuşan Gemerekli Ermeniler, kiliselerinin yıkılıp harabe olması ve Maşat diye adlandırdıkları ilçe yerleşkesinin yaslandığı Karabayır yamaçlarında bulunan Ermeni mezarlığının zamanla yerleşime açılmasını büyük bir hüzünle karşılarlar.

Kasımbeyli Gemerek ovasında Hacıyusuf Köyüne giden yolun üzerinde 8-10 haneden oluşan küçük  bir yerleşim birimidir, mahalledir. Kasımbeyli’den Arjantin’e 1950 lili yılarda göçeden Serkis Efendi,  Dursun Ağaya mektup yazar.  Mektubunda Gemerek hasretiyle yanıp tutuştuklarını, komşularını, Böğelek Bayırını, Melloğun Hozanı, Serkonun Pınarını Pekmezin Deresini ne de çok özlediklerini anlatır. ’Ben hakkımı sana helal ediyorum, sen de helat et’ diyerek sonlandırır mektubunu. Mektupla  bir de gümüş tütün tabakası göndermiştir Dursun Ağaya.

Manik’in akrabalarından bir çoğu İstanbul, Kanada ve Amerika’da yaşamaktalar. Amerika’da yaşayan Kiraz Teyze’sinin yanına giden çocukluk arkadaşı Mehmet gelmişti geçenlerde İstanbul’a. Çocukluk yıllarından, ilk mektepteki baş öğretmen Mahmut Beyden, okulun yarıya yakın öğrencilerinin ermeni oluşundan sözedip eski günleri yad ettikten sonra Kiraz Teyze ile tanıştığını anlatır. Gerçekten dünya küçük dedikleri bu olsa gerek. Elli yıl sonra Gemerekli Kiraz Loloyan ile Mehmet İlhan Başgöz Amerika’nın en  Bloomington kentinde buluşur dünyayı küçük eylerler.

İlhan Hoca Kiraz Teyzenin gayet iyi olduğunu, ara sıra görüştüklerini anlatmıştı. Manik okula başladığında beşinci sınıfta olan Mehmet çoğu zaman vekil öğretmen gibi birinci sınıfların dersine girer onlara okuma yazma, fasulye tanelerinden harf yapma, kayısı çekirdekleri ile toplama çıkartma işlemleri yaptırır, her bir çocuğa ninelerinden dinleyecekleri ve ezberleyecekleri bir mani veya tekerleme  öğrenmelerini istemişti. Mehmet’in şiir tekerleme ve manilere olan ilgisi belliki  artarak devam etmiş. Amerika’da bir üniversitede Türk folklörü alanında profosör olmuş.

Basına düşen bir gazete haberinde ‘Gemerek Nire Bloomington Nire, sözlerinin tekrarlandığı hikayede. Gemerek’li yaşlı bir Ermeni kadının çocuklarına hep Gemerek ağzı ile hitap ettiği konu edilmiştir.

Kürt Yakub’un  anlattıkları; Yavrum biz Ağrı Eleşkirt’in Taşlıçay Köyündeniz. Köyümüz Kürt Köyüdür. Köydeki kadınların çoğu Türkçe bilmezdi. Yayla Beyin gelini Gülzade hanım yerliydi. Gelin hanım Kürtçeyi öğrenmişti. Gülzade Gelinin çocukları hem Türkçe hem de Kürtçe konuşurlardı. Ben de onlarla oynarken azıcık Türkçe öğrenmeye başlamıştım.

Köyün aşağısında bir  Ermeni Köyü vardı, Açıkağız köyü. Bizim köyün yanındaki yaylak onlarındı. Çok iyi komşuluk ilişkilerimiz vardı. Ne zaman taze bir kuzu veya dana kesilse komşu hakkı birbirimize gönderirdik. Davetlerimizde yapılan yemekler aynıydı. Örgü peyniri, kuyruk yağlı pilav ve et kavurması,  kurutulmuş kaz eti ortak yemeklerimizden bazılarıdır. Yaylada beraber kuzuları güderdik. Bir şekilde anlaşır, türküler ayrı melodi aynı, halaylar neredeyse birbirinin kopyası, oyunlar oynar azığımızı aşımızı bölüşürdük. Aslında pek birbirimizden farkımız yoktu. Kışın kapanan yollar hepimiz aylarca köye mahkum ederdi. Atlar, hayvanlar, köpekler, kazlar, tezek ve kermeler hepimizin ortak yaşamıydı.

O günlerde sürekli katırlı çerçici denilen adamlar gelmeye başlamışlardı. Çerçiciler İrandan getirdikleri kaçak tütün dedikler,ürünleri satan, karşılığında canlı koyun alan bir nevi seyyar bakkallardı.  Türkçe veya Kürtçe  bilmiyorlardı. Bu durum bizim için normaldi. Kürt köylülerin bir çoğu da  Türkçe bilmezdi. Köylüler arasında çerçilerin silah sattıkları rivayet edilmeye başlanmıştı. Aradan çok geçmeden atlı ve tüfekli müfreze grupları köyün etrafında  dolaşmaya başlamıştı. Grupların Ermeni Taşnak Çeteleri oldukları duyulmuş, artık birbirimize gidip gelmez, düğün ve toylara çağrılmaz, kestiklerimizden ikram etmez olmuştuk. Komşu Ermeni Köylüleri de mahçup mahçup gözlerini kaçıştırır olmuşlardı karşılaştığımız anlarda. Önce küçük köy ve mezralara baskınlar yaptıkları, köylülerin altın akçe gibi kıymetli eşyalarına el koydukları duyulur olmuştu. Bir tedirginlik baş göstermişti. Daha sonra bu taciz ve saldırılar giderek şiddetini artırmış, hiç tanımadığımız adamlar türemişti ortada. Son baskından önce dedemi Delibayır tepesini orda sıkıştırmışlar, üzerindekileri almışlardı. Parası pulu olmazdı dedemin, yırtık yamalı pantolu, ceketi ve terden kokmuş eski sarığı. En çok da işlemeli tütün tabakasını ile ağaçtan yaptığı ağızlığının alınmasına içerlemişti.

O gün tüm köylüyü Aşağı Harman’da topladılar. Kadın çocuk ve yaşlılara;  yanınıza atınız eşeğiniz katırınız ne varsa alın ve burayı terkedin dediler. Durumun ciddiyetini kavrayan bir kaç kişi direnmek istemişti ki, onlar tüm ahalinin gözü önünde köy meydanında  mavzerlerle vuruldular. Esir aldıkları  erkekleri yaylaya doğru döve döve götürürken silah sesleri ile birlikte ateş ve duman da yükselmeye başlamıştı köyün semalarından. Can korkusu ile yola koyulmuştuk. Babam, amcalarım ve ağalarım köyde kalmıştı. Ayrılırken babam, kaçın bari çocukların canını kurtarın diye tembih etmişti anama. Anam, ebem, ben ve küçük kardeşlerim yola revan olmuştuk. O günden sonra köyden kimselerden haber alamadık. Yolda ebem ve kundakdaki kardeşlerim öldüler. Tercan’da cenazelerimizi defnetmiştik.  Aylar sonra Sivas’a ulaşmış, kafilenin yarısı yolda telef olmuştu. Ahh yavrum ah! Gavur pek azmıştı.

Gemerek’e ulaştığımızda buradaki Ermeniler’in bir kısmı evlerini bırakıp gitmişlerdi. Onlardan birinin evine yerleşmiştik. Elde para, yiyecek içecek hiç bir şey yoktu. Anam bize babalık eden yaşlı bir adama varmıştı. Babalık aslında bize sürekli eziyet ediyordu. Anamı dövüyor, küfür ediyor, bizleri evlikten kovuyor ahıra kilitliyordu.  Ahırın musurunda uyuduğum çok olmuştu. Ne zamanki elim iş tuttu, işe yaramaya eve para getirmeye başladım, babalığım bize zulüm etmeyi bıraktı. Gerçi büyümüştüm artık, diklenmeye bile başlamıştım. O zamanlar büyüklere karşı laf söylemek ne mümkün.

Ermeni meselesi üzerine;

Büyük Dere’de bir çok Ermeniye kıyıldığı bizim küçük çocuk dünyamızda söylenti olarak duymuşuzdur. Manik amca bölgenin önemli tüccarlarından biridir. Kızlarından Oya ortaokula gittiği zaman öğretmenler onu dinbilgisi dersleri olunca dışarı çıkarır, başka ödevler yaptırırlardı. Yalnız hiç bir şekilde dışlanmasına, alay edilmesine müsade edilmezdi. O bizim sınıf arkadaşımız güzel gözlü Oya’ydı. Uzun yıllar sonra sonra görüştüğümüzde ortaokul yıllarından, komşulardan Gülderen ve Şenay’dan söz edip Gemerek özlemini dile getirmişti. Gözleri halen çok güzel bakıyordu. Çocukluk hayalim, Oya gibi bir yarim olsun diye düşler kurduğumu da itiraf edeyim. Hatta Manik Amcanın apar topar aileyi alıp götürmesine içerlediğimi de hatırlıyorum.

Manik Amca zahra alır satardı. Tarlada ürünü uygun fiyata alır, ambarında bekletir veya daha uygun fiyat bulursa hemen satardı. Peşin parayla çalışan, biraz fırsatçı, biraz garantici bir esnaftı. Çevrede herkesin güvendiği, saygı duyduğu bir Gemerekliydi. Rakı içer, çayına hoşgin, parasına yanık ve çanak oynar, Gemerekli gibi  ‘siktiğimin siliği’ diye küfür ederdi. Gemerekliydi Manik amca. Ne zaman ki Gemerekli Soner Nayır’ın adı, Fransa Orly havalimanında, Türk Hava Yollarının valiz kabul deposunda patlayan, Asala terör örgütünün sekiz kişinin yaşamına malolan  bombalı eyleme karıştığı duyuldu, işler değişti. Bombayı yapan teroristlerden birinin Gemerekli Soner Nayır olduğu duyulduktan sonra, memleket ona dar gelmeye başladı. Kahvenin bir köşesinde girdegör denilen bir küçük kapalı oda bulunurdu. Burada o gün rakı ısmarlayan birisi masayı kurar, diğeri evden turşu getirir, bakkaldan beyaz peynir ve leblebi alınır, bazen de  Kelleci Durdu’dan pişmiş kelle siparişi ile masa donatırlardı. Herkes rakısını adaba göre yudumlar, başkasından fazla içeyim çabasında olunmazdı. Manik Amcanın olduğu sofrada laf dönüp dolaşıp Soner Nayır olayına gelince, Bakkal Hacı Abi, amına koduğum Serkisin sıpası, memleketimizde doğdu büyüdü, şimdi bize düşman kesiliyor, siktiğimin silikleri, pislikler diye küfrettikten sonra sus pus oturan Manik’in başını öne eğdiğinin farkına varınca, Manik gardaş, sen bizdensin içimizden  birisisin, öz Gemereklisin, gardaşımızsın sen, diye de gönlünü almaya çalışmıştı.

Soner Nayır’ın Babası Serkis Nayır kendi halinde bir Gemerekli. Kıyamaz tarlalarını ve çiftliğini satıp gitmeye. Tüm çocuklarını ve ailesini İstanbul’a göndermesine rağmen ait olduğu topraklarından kopamaz. Soner’i ise papaz olsun diye Lübnan’a gönderirir.

Gemerek’te olduğu zamanlarda, Pekmezin Deredeki çiftlik evine gitmeden önce Enişte’nin ocakcılık yaptığı kahvede sabah çayını, Killi Ali Efendi’nin lokantasında bir tas mercimek çorbasını içer, sonra eşeğine binip çiftliğine gider,  başkada toplum içine karışmaz. Tarlalarını ortakçıya verir, çiftliğinin tüm işlerini yardımcısı Sarı Fikri ile beraber yapar.

Sarı Fikri kimsesiz, başka bir köyden Gemerek’e gelip yerleşen, insanların çarşıdan aldıkları öteberileri evlerine taşıyan, başkalarının yardımları ile geçinen gariban birisidir. Sarı Fikri nin bir kaç kez evlendiği, ama kadınların kısa sürede onu terkettikleri, köse olması hesabıyla çükünün kalkmadığı / erkeklik işlevini yerine getirmediği rivayet edilir. Evi barkı olmayan Fikri, Serkis’in evinin alt katındaki bir odada kalır. Ara sıra Serkis ile çiftliğine gider gelir. Ufak tefek bakım ve götür getir işlerini yapıp kaldığı evde kira vermeden yaşamını sürdürür. Sarı Fikri hayatında hiç doktora gitmemiştir. Hiç ilaç almamış, sağlıklı bir kişi iken ellili yaşların başında evinde ölü bulunur. Kaldığı evin önünden geçenlerin aldıkları koku neticesinde eve girerler. Kapıyı zorlayıp açtıklarında kapıya doğru hareketlenmiş dirsekleri yara bere içerisinde kalmış bir cesetle karşılaşırlar. Yapılan otopsi sonucu Sarı Fikrini Kalp krizi sonucu yaklaşık bir hafta önca vefat ettiği belirlenir.

Soner Nayır olayından sonra Serkis Efendi bir daha Gemerek’e dönemez. Demirci Deli Memet’in Serkis’in mallarını çok ucuza kapattığı rivayet edilir. Manik de bu olaydan sonra önce ailesini İstanbul’a yerleştirir. Daha sonra alacak verecek işlerini halledip, kamyonu, arabasını, evi ve  tarlalarını satıp savıp İstanbul’a yerleşir. Gemerek’ten kim İstanbul’a gitse yemek yedirmeden, rakı içirmeden göndermez.  Manik Efendi Gemerek hasretiyle ölüp gider.

1970 li yıllara kadar ilçe merkezinde dört beş bin  kişinin yaşadığı kayıtlarda yer alır. O yıllarda Gemerek merkezinde en az dört beş tane berber, iki üç tane terzi, üç adet lokanta, beş altı tane kahvehane, değirmen, nalbant, hızar atelyesi, nalbur dükkanı, demirci, züccaciyeci, tuhafiyeci, köşger, bakkal, manav, kasap gibi çeşitli esnaflar yeralır. Adliye, kaymakamlık gibi adli ve idari işleri için sabahın erken saatlerinde ilçeye akın ederlerdi köylü ve kasabalılar. Özellikle Salı günleri kasabada kurulan Salı pazarının da etkisiyle ilçe merkezi acayip hareketli olurdu.

Kentleşme süreci köylerdeki nüfüsun göç etmesi sonucunu doğurdu. Giderek küçülen köyler kasabalardan nasibini Gemerek de almıştır. 1970 li yıllarda köyleri ile birlikte Gemerek nüfusunun 65.000 olduğu  tespit edilmişken,  günümüzde toplam nüfusunun 25.000 lerde olması, nüfus artışına rağmen köyden kente göçün ne anlama geldiğini ortaya koymaktadır. En kötüsü ise kapanan köy okulları, bir iki haneden oluşan köyler, ıssızlaşan yanlızlaşan köy yaşamı. Tarımın zayıfladığı, hayvancılığın azaldığı, köyünde yumurta satın alan köylülerin çoğalmasına neden olmuştur. Boş evler, ekilmeyen tarlalar, işlemeyen kömür ocakları, kapanan esnaflar ve köhneleşen o güzelim köy kasaba ve ilçeler.

 

Gemerek Nire Bloomington Nire 

 

Prof Dr Ilhan Başgöz Gemerek ile anılan bir bilim insanıdır.

İlhan Hoca, ‘1921 yılında arpalar biçilirken Gemerek’te doğmuşum. Babam Gemerek İlkokulunda öğretmendi. Annem Cadoğlu Türkmenleri’nden Zeycan hanım, ev kadını. İlkokul beşinci sınıfa kadar Gemerek’te okudum.

 

İlhan Hoca zorlu imtihanlar sonrası 1940 yılında Ankara Dil ve Tarih Coğrfagya Fakültesine kayıt yaptırır.  1944 yılında  Pertev Nail Boratav hocanın asistanı olur. Bir yıl sonra fakülteden mezun olur.  Fakültenin folklor kürsüsü kapatılınca  Tokat Lisesine edebiyat öğretmeni olarak atanır. İki yıl sonra öğretmenlikten çıkarılır.

 

Belirtildiği üzere; Prof Dr Mehmet İlhan Başgöz 1921 yılında ekinler biçilirken dünyaya gelen, neredeyse Cumhuriyet ile yaşıt bir bilim insanıdır. Bir dilin güzel eserlerini derleyip toparlayıp folklor dünyasına kazandıran hoca, Türk Folklor yaşamına kazandırdıkları eserleri ile  çok büyük hizmetler etmiştir. Köroğlu’ndan, Nasreddin Hoca’ya, Yunus Emre’den  Pir Sultan Abdal’a ve dahi adı sanı bilinmeyen onlarca halk ozanlarından derlediği  deyiş, şiir, ağıt, söylence / anlatılar  ve yazılı metinleri bilim süzgecinden geçirerek dünya ve Türk folkloruna  kazandırmıştır.

Öykünün geçtiği yer Gemerek’te doğan, yukarıda sözü edilen Ermeni meselesi konusunda çarpıcı görüşleri olan M. Ilhan Başgöz’ün tam da bu meseleyle yaşantısından bir kesiti ve görüşlerini buraya aktarmakta fayda var.

Milliyet Gazetesinden alıntı yapılmıştır. Alıntı yapılan link aşağıda yeralmaktadır.

 

www.blog.milliyet.com.tr/gemerek-nire-bloomington-nire

Laf lafı açar laf da yüreği;

Biz gelelim benim yeni döndüğüm Bloomington seyahatime. Sohbetlerin birinde ben, son zamanlardaki, gemi azıya alan lümpen milliyetçilekten yakınıyor ve Ermenilere karşı takınılan husumetli tavırdan duyduğum endişeyi dile getiriyordum. İlhan Hoca’da bana, Türk toplumunda Ermeniye karşı husumet için zemin olduğunu belirtti. Ben Türkiye dışındaki Ermeni diyasporasının *herzelerinden Ermeni asıllı Türk vatandaşlarının sorumlu tutulamayacağını anlatmaya çalışırken, Hoca’nın belli belirsiz kızdığını farkettim. İlhan Başgöz gibi seyrek ve az kızan insanların kızgınlığını hemen sezersiniz. ‘bak dedi, ben severim Ermenileri. Ben Gemerek’te doğdum. Gemerek nüfusunun yüzde yetmişi Ermeniydi tehcire kadar. Şimdi ise parmakla gösteremezsin. Ermenileri öldürdük. Doğrudur. Fakat Ermenilerin bazıları da (evet yerli Ermeniler, Osmanlıyız diyenler) Taşnak’ın tahrikiyle öyle akla sığmaz, ağıza alınmaz zulüm yaptılar ki bunu bilmeyenler için, yılların Ermeni diyasporası propogandasının etkisiyle Türk halkını mahkum etmek kolaydır. Devlet kayıtları, vakayı nameler, kitaplar eksik, yanlış şeyler içerebilir. Ama maniler, ağıtlar türküler yalan söylemez.

Dinle şunu;

1920 yılında Haçın’da (Adana’ya bağlı bugünkü Salimbeyli), Fransız işgali sırasında, Ermenilerin Türklere uyguladığı yok etme harekatını, olaya tanık olan bir kadının ağıtından öğreniyoruz;

1 Amir memur demeyerek                   2 Hep bir ipe bağladılar

3 Bekiroğlu Deda’yı                            4 Demirinen dağladılar

 

5 Sekiz gavur bir gelince                    6 Osmanımı şaşırdılar

7 Baban çete başı deyi                       7 Hac’Ahmedi pişirdiler

 

8 Sen çete topladın deyi                    9 Çalgıyınan yüzüyorlar (derisini yani)

10 Bebeleri kaynatmışlar                    11 Guzu etidir yeyin deyorlar

12 Enfiyeci Hüseyin’i                          13 Tellerinen boğuyorlar

 

14 Yağ kazanını kurdular                    15 Çocukları  ayrı gaynattılar

16 Gün görmeyen hanımları                 17 Süngü ile oynattılar

 

Bu ağıdı söyleyen  Haçınlı kadının bir politik hesabı, gündemi yok, olamaz. Söylediklerinden kuşku etmek için de sebebimiz yok. İlhan Hoca bu araştırmayı yapmak, ya da mevcut olanı körüklemek, Ermeni diyasporasının iftiralarına karşı defansa geçmek amacıyla yapmıyor. O bir araştırmacı, bir folklorcü. Maniler, Ninniler, Hapishane ve Asker Türkülerinin yanı sıra ağıtları incelerken rastladığı bir tarihsel anlatıyı almış kitabına.

Yazarken bile gönlümü karartan bu olayların tamamı doğrudur. Bunları yapanlar benim için bir avuç kansızın giriştiği bu sapıklıklardır. Ben bu konuyu sadece Ermeni Türk meselesi olarak görmeyecek kadar aydınlanmış bir insan olma çabasındayım. Çocukları kazanda kaynatanın, savunmasız insanlara kötülükler yapanın  Ermenisi Türkü olmaz. Sapığın milliyeti, zilliyet, dini, imanı, tarikatı ne ifade eder?

İlhan Başgöz ve Ermeni muhabbeti açılınca anlatmadan geçemeyeceğim ve Prof. Başgöz’ün evinde kaldığım sırada hatırlayıp, olayı bilmeyen dostlarla paylaştığımız ortak bir anımız var;

İlhan Hoca, ‘Hele sen anlat dedi, Anlatıyorum.

Oğlum küçüktü. Bir gün eve geldi ve kuru temizlemecide çok tatlı bir Türk teyze ile tanıştığını anlattı. ‘Öyle mi kimmiş, ismi neymiş?’ ‘İsmi Anna, oğlum Anna Türk ismi değil ki. Yanlış anlamışsındır. Handan filan olmasın?’. Yok anne, dedi’. Vallabilla ismi Anna. İstanbullu. Ben de gidip istanbullu Anna hanımı göreyim dedim. Anna Loloyan ve ailesi ile tanışmam böyle oldu. Loloyan ailesi İstanbul Kurtuluş’ta yaşamış ABD’ye göçmeden önce. Aile erkeklerinin kimisi kuyumcu, kimisi terzi.

Anna evine davet etti. Gittim. İçeriden bir İbrahim Tatlıses müziği duyuldu. Ayağıma terlikler verdiler. Kahve içtik, fal kapattık. Yıllar boyunca dostluklarını esirgemediler. Sonra baba Loloyan Ohannes vefat etti. Ailece kilisede anma törenine gittik. Kilise Papazı Ohannes için okuduğu  yazıda  ‘Ohannes from Gemerek’ diye kısa öz geçmişinden söz etti. Anna’nın annesi Nazlı Teyze çok hanım, esaslı bir kadın. Birgün evlerine gittiğimde sanki Nazlı teyze sanki namaz kılıyordu. Dizlerini kırmış,  başında örtüsü, elinde tesbih mırıl mırıl dua ediyordu.  İçimden  acaba Nazlı Teyze müslüman mı oldu, diye geçirdim. Nazlı Teyze dönmüş anlaşılan, diye düşündüm. Zaten ismi de Ermeni ismi değil (oysa ailede bir de Gülbahar gelin var).

Kadının duası biter bitmez ‘Nazlı Teyze sen müslüman mı oldun, dinini mi değiştirdin,’ diye sordum (sanki neden önemli ise) Yaşlı kadın, yüzüme tuhaf tuhaf bakıp ‘’ Yoooh’ dedi. Bozuldum. Şey yani tıpkı  müslümanlar gibi başını bağlamışsın, elinde tesbih, dizlerin bükülü, oturmuş dua ediyorsun da…Sandım ki.. Nazlı Teyze gülüverdi ‘Ne bilim gızım, bizim oralarda hep böyle dua ederdik’ dedi. Nazlı Teyzenin torunu Julyet ömründe Türkiye’ye gitmediği halde İçanadolu şivesi ile mükemmel Türkçe konuşuyor. Belliki Türkçeyi anneannesinden öğrenmiş. Neden bu şiveyle konuştuklarını sorduğumda. ‘İyide biz Gemerekliyik’ dediler.

Nazlı Teyze bana, Gemerek’te evlerinin bir odasını kiralayan ailenin oğlu Mehmet’ten söz eder oldu. ’Duydum ki oğlan Amerika’ya gelmiş. Böyük adam olmuş. Bir aile gibiydik onlarla. Oğlan elimizde büyümüştü.

İlhan Başgöz hocayı biraz yakından tanıyınca O’nun da  Gemerekli olduğunu, bir Ermeni ailesinin yanında bir göz odada kiracı olarak yaşadıklarını, orada okula başladığını öğrenmiştim. Yahu şu Gemerek dediğin ne kadarlık bir yerdir 60 yıl önce. Orda kaç tane Ermeni ailesinin odasını kiralayan, kaç tane aile vardır ki oğlunun adı Mehmet olsun. (İlhan hocanın tam adı Mehmet İlhan Başgöz)

Hocaya yıllarca gel evimizde konuğumuz ol dedik durduk. Hoca, ‘yok ben kendi evimden başka yerde rahat edemem, der gelmez, otelde kalırdı. Bir kış günü telefonda,  Washington’da konferansa katılacağım, size uğramak istiyorum, ‘ dedi. Sevindik. Geldi ve fethetti gönülleri. Ben de ona; ‘hoca gel seni biriyle tanıştıracağım’ deyip, onu Nazlı teyzenin evine götürdüm.

Aradan onca yıl geçmesine rağmen, bu iki insan birbirini görür görmez bir bağırış bir çığrış sarıldılar, ağladılar, saatlerce konuştular, seyredenlerin yüreğini dağladılar. Ogün bugün görüşürler.

İşte Anadolunun kültürel, etnik danteli. Çözmeye kalkışırsanız iplik dolaşır kördüğüm olur….

Keşke tüm bu büyük acılar yaşanmasaydı. Bu memleketin  insanları olarak  birarada barış ve huzur içerisinde yaşayabilsek ne güzel olurdu. Hep birlikte Memleket İsterim şiirindeki ortak kaygılar ve ortak değerler etrafında, düşmanca duygulardan uzak buluşabilsek ne güzel olurdu.

Keşge güzel gözlü Oyayla dostça muhabbetlere devam etsek. Keşge!

Cahit Sıtkı Tarancı’nın Memleket İsterim şiirinde ifade ettiği gibi herkesin mutlu olduğu, eşitliğin, baharın, barışın,  dostluk ve kardeşliğin egemen olduğu  bir  dünya olsun.

Memleket İsterim

Memleket isterim

Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;

Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

 

Memleket isterim

Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;

Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

 

Memleket isterim

Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;

Kış günü herkesin evi barkı olsun.

 

Memleket isterim

Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;

Olursa bir şikâyet ölümden olsun.

 

Yıllar sonra Danimarka’da tanıştığım, dostluklar kurduğum oto tamircisi Serkis Usta’nın ricası üzerine emanet aldığım küçük hediye paketini yerine ulaştırmak üzere yaz tatilimde Gemerek’ten Bünyan’ın Gigi köyünü bulmak üzere amcaoğlu Cihangir’in arabası ile yola koyulduk. Gigi Köyü Bünyan ilçesi ile Sarıoğlan’a bağlı Çiftlik Kasabası arasında kırsalda, kıraç tarımın yapıldığı bir yayla  köyüdür. Sarıoğlan ovası bölgenin 600 m rakımnda verimli bir ovası iken Gigi Köyünün rakımı yaklaşık 1350 m lerdedir. Eski bir ermeni köyü olan GigiEde bu günlerde yaklaşık 20 – 30 hanenin yaşadığı,yazları ise  40 haneye kadar ulaşan küçük bir yerleşim yeridir. Kışları Kayseri’deki kaloriferli dairede yaşayan yaşlı çiftler , baharla birlikte köye gelip küçük bağ bahçe bostan ekim işleriyle uğraşıp  köy yaşamlarından tamamen kopmazlar. Köyde ikamet eden hiç bir ermeni bulunmamakla birlikte, kendilerine biz Gigiliyik diye tanıtan, çoğu yurtdışında bir kısmı İstanbul’da yaşayan Ermenilerin eski köyüdür Gigi. Yeni adı ise Danişment dir.

 

https://bindalli.wordpress.com/category/gigi-danisment-koyu/ sayfasında yer aldığına göre;

Rasim Deniz Hoca eski adı Gigi olan, bugünkü adı Danişment olan köyümüzde bir cami bulunmayışını görür ve bu köye bir cami yaptırmak ister. Eski bir Ermeni köyü olan Gigi’de, Hıristiyanların büyük bölümü köyü terk etmiş, sadece Garabet ve hanımı kalmıştır. Köyün diğer ahalisi ise civardan göçen Türkmenlerdir ama Türkmenlerin köyde durduğu mu var? Çoğu hayvancılıkla uğraştığı için yaylalardan, inlerden köye ancak çetin kış vakitleri gelmektedirler. Durum böyle olunca Rasim Hoca, eski kilisenin yerine bir cami yaptırmak için Garabet’i ve hanımını ikna etmeye uğraşır. Garabet o sırada köyün muhtarıdır. Garabet, hanımının karşı çıkmasına rağmen iyi niyet gösterir ve Cami Yaptırma Derneği Başkanlığını kabul eder. Hatta civardaki Müslüman köylerini gezerek camiye bağış toplar. Asıl para Müftülük tarafından karşılanacaktır ama Garabet’in bu işe temiz kalple başlaması ve yüksünmeden bu işi yürütmesi çevrede Garabet’in şöhretini artırır. Civardaki insanlar Garabet’e daha da bir sevgiyle bakarlar ama camiye de pek fazla yardım yapamazlar. Purağıl ve Koyunabdal’daki Türkmen ağaları koyun verirler. Diğer Türkmenler ise zaten fakirdir. Hem de öyle camiye gidecek vakitleri de yoktur. Garabet, çok fazla bir para toplayamaz ama yine de gösterdiği iyi niyetle Rasim Hoca’nın hatıraları arasındaki yerini alır.

 

https://www.haritamap.com/yer/danisment-bunyan#google_vignette

 

Şair Ahmet Kutsi Tecer’in ifadesinde yeralan dizeler aslında herkes için söylenmiş dizelerdir.

 

Orda bir köy var, uzakta

O köy bizim köyümüzdür

Gezmesek de, tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür

….

Dizeleriyle özdeşleşen onlarca ermeni halen kendilerini Gigili olarak anarlar.

Gigi, Ermenilerin unutmadıkları bir köydür. Bir kısmı İstanbul, Kanada, Amerika, Fransa gibi ülkelerde yaşayan aslen Gigili olan birçok genç kuşak çok uzaklardan, uzun mesafeler katedip, esameleri okunmayan kiliseleri, bakımsız mezarlıkları, viraneye dönmüş evleri, zamanla kırgı bayıra dönüşmüş bağ ve bahçeleri, sadece anlatımlarda hatıralarda kalan hikayeleri ile büyüdükleri köylerini Gigi’yi ziyaret ederler. Şimdiki adıyla Danişment köyünü.

Genç kuşakları Gigiye davet eden, onlara rehberlik etmek suretiyle kökleri arasında bir köprü kurmaya çalışan Necdet Efendi (Madros Kilimciyan) köy muhtarı İdris Beyin desteği ile eski viranelerden, tahmini kendilerine ait evlerden birini tamir ettirip oturulabilir hale getirir. Yazları gelip köyde yaşamaya başlar. Köy halkı ile güzel dostluklar geliştiren Necdet Efendi neredeyse tüm köyün sayıp sevdiği bir kişi olur.  Hatta yurtdışından gönderilen yardımlar sayesinde eski ermeni mezarlığın etrafına bir ihate duvarı örülür. Bu işler hem zaman alır hem de streslidir. Necdet Efendinin beklenmedik acı haberi İstanbula’ ulaşır. Muhtar, Necdet Efendi’nin ailesi ve çocukları ile iritbata geçip üzerine düşen haber verme görevini yerine getirir. Aileye ister siz gelin burada cenazenizi eski mezarlıkta defnedin, isterseniz cenazenizi bir nakil aracı ile İstanbul’a getireyim der. Aile gerekli girişimleri yapar, Ermeni Cemaati Vakfının gayreti ve muhtarın nezaretinde cenaze İstanbul Şişli Ermeni Mezarlığına ulaştırılır. Dualar eşliğinde cenaze defin işlemleri gerçekleştirilir. Ermeni cemaatinin sevilen şahsiyetlerinden olan Necdet Efendinin son yolculuğunda insani görevini yerine getiren muhtar Gigili Ermenilerin gönlünde sevgi yumağı oluşturur. Muhtara teşekkür mesajları, hediyeler gönderilir.

Ben ve amcaoğlu da böyle bir emaneti ulaştımak üzere yola çıkıp Danişment köyüne ulaştığımızda karşılaştığımız ilginç olayla dünyanın ne kadar küçük olduğuna şahitlik ettik.

Kayseri Çiftlik karayolunu bir kaç km geçtikten sonra tahmini bir yola sapıverdik. Koyunabdal Köyünü sora sora bulduktan sonra Gigi Köyünü bulmamız zor olmamıştı. Yaklaşık 15 km stablize yoldan ağır ağır ilerleyerek iki saat sonra Gigi’ye ulaştık. Biraz da acemiliğimziden olsa gerek her görüdüğümüze sorup yavaş sürmüştük arabayı. Araba ile köy meydanına minarenin olduğu alana doğru ilerledik. Açık olan köy bakkalına girdik. Bakkal sanki ikiye bölünmüştü. Ön kısımda sedir masa sandalye mevcuttu. Küçük bir köy kahvesine de benziyordu. Sedirin arka kısmında saklama alanları, terazi ve raflar  yüklükler ve üzerinde torbalar içerisinde şeker, leblebi, toz biber, raflarda makarnalar, sele içerisinde yumurta ve çay paketleri ve bolca sigara paketleri yeralmaktaydı.

Bakkala muhtarın evini aradığımızı söylerken, elinde bastonu yaşlı bir köylü içeri girdi.  Ali Dede içeri buyur dedi bakkal. Ali Dede gözlerini bizim üzerimizde yoğunlaştırıp ’kimsiniz ula siz’ diye seslendi. Ali Dedeye cevaben biz muhtarın evini arıyoruz, aslen Gemerek Kümeören köylüyüz diye yanıt verince; ’hadi ordan siz oralı olamazsınız, ben bilirim Kömerenlileri, diye seslendi. Anladık ki Ali Dede bizim oraları biliyor. Hayırdır Ali Dede niye atarlısın öyle  diye sorunca; elinde iğde ağacından yaptığı bastonunu yere vurarak, dinleyin hele diyerek bizleri sedire oturmamızı istedi. Bakın gençler ben tam 90 yaşındayım. Askerde acemi birliğimiz bitti. Levazım tabu dedikleri bir birliğie yeni göönderilmiştik. Yeni geldiğimiz için  usta erler, çavuşlar ve komutanlar bize karşı biraz sertçe, hakaret edercesine sövererek, bazen de tokat atarak canımıza okuyorlardı.

Günün birinde kış hazırlığı yapmak üzere araziye dağılmıştık. Odunlar toplanıp baltayla parçalanıp sobaya girecek şekilde küçük parçalara ayrılacak. O gün ben araziden kalın odun parçalarını getirirken, arkamdan seslenen komutanın bağırmasıyla irkildim. Lan eşşekoğlu eşşek,  gibi küfürler savurup bana yaklaşınca hazırolda put gibi duruvermiştim. Sırasıyla savurduğu iki tokat yanağıma,  ben de yere yapışmıştım. Adanalı komutan halen küfrediyor, küfürlerine; senin Allahını kitabını şeyderim gibi sinkaflı alışık olmadığımız bilmediğimiz küfürleri de ekliyordu.  Ağacın altında elinde baltası ile odun kırmakta olan Mahmut Ağa, baltasını eline alıp komutanın gırtlağına dayamıştı. Komutan falan dinlemem, vallahi kafanı kopartırım. Milletin Allahına kitabına küfredemezsin. Yoksa senin kelleni burada hemen şuracıkta, bedeninden  koparırım. Mahmut Ağa bir hafta hücre cezası almıştı ama bir daha o komutan kimseye küfür edememişti. O günden sonra Mahmut Ağa herkesin saygı duyduğu bir ağa, yiğit yürekli  bir asker arkadaşımız olmuştu.

Sözü edilen Anadolu insanı Mahmut Ağa benim öpöz amcam, aracıyla beni götüren Cihangir’in ise dedesiydi. Şaşırmış neye uğradığımızı anlayamamıştık. Neye gelmiş ne bulmuştuk.

Kim olduğumuzu anlayan yaşlı amcanın kuruyan gözleri sanki sel olup akmaya başlamıştı. Elini öpüp boynuna sarılmıştık.

Gemerek nire Gigi Köyü nire. 20 yıl önce kaybettiğimiz Mahmut Ağanın asker arkadaşı Ali Dede ile tesadüfen karşılaşmıştık. Ali Dede bizimle birlikte muhtarın evine kadar eşlik etmişti. Muhtarla tanışınca Muhtarın babasının ise Dedem Küçük Ağa ile ahbap olduğunu öğrendikten sonra ziyaretimiz uzamış, uzun uzun sohbetler etmiştik. Hiç olmazsa tere yağlı omaç yemeden gitmeyin diye ısrarcı olmuşlardı.

Böylelikle dünyanın ne kadar küçük olduğu, Anadolu insanının yollarının nasıl ve hangi acılarla kesiştiği konusu bir kez daha farklı bakış açılarıyla dile  getirilmiş oldu.

Ermeni aile dostum fanatik Fenerli, Kurtuluşta büyümüş tam bir İstanbul ağzı ile konuşan Gigili Sevgili Murat aslında Garabet ustanın oğludur. Garabet Ustanın iki oğlu vardır. Murat ve Şahin. 20 ay askerlik yapmış iki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı.  Neden oğlanların adı Murat ve Şahin konulmuş ayrı bir tartışma konusudur. Murat aslında içimizden biridir. Vücudunda Kanarya dövmesiyle çok sağlam fanatik bir Fenerbahçelidir. O hafta sonu Fenerin galbiyeti ile sevinen, malubiyeti ile üzülen mutsuz bir  Fenerlidr o. Ayrıca Türkiye’nin derdiyle dertlenen bir tertemiz İstanbul ağzı Türkçe ile konuşan bir Anadolu insanıdır Gigi’li Murat kardeşimiz.

Keşke Anadolu coğrafyasında büyük acılar yaşanmasaydı. Ülkemizin etnik zenginliğini doğal güzellikleriyle bütünleştirerek barış ve huzur içerisinde yaşayabilseydik.

 

Murat ve Haygü’nün biricik kızları Melisa’ geçen gün Iraklı Süryani Simon ile dünya evine girdi. Şahane bir düğün oldu. Kapıda tüm davetlilerin adları yazılı bir pano oluşturulmuş ve hangi masada oturacakları bilgisi de verilmiş. Olağanüstü bir hazırlık. Gelin ve damadın Danimarkalı dostları kendilerini sanki Ortadoğuda bir düğünde buluşmuşlardı. Türkçe arapça danca süryanice müzik eşliğinde halaylar çekilmişti. Düğünün baş konuğu ise Gigi’li Garabet Amca ve eşidir. Tanıştım onlarla. Köyde kalmak için ellerinden geleni yaptıklarını, hatta köye camii yapılmasına bile gayret ettiklerini anlattı. Kız kardeşinin  birden ortadan kaybolmasından sonra, diğer köylü akrabalara uyup kendisinin de Gigi’yi terkettiğini hüzünlü gözlerle anlatıverdi bir çırpıda.

Gemerek’ten Manik Amca ve kızı Oya dan söz edince; Manik ile bacanak olduğunu anlattı. Hemen Oya’yı sordum. İstanbul’da yaşıyor çok iyi dediler. Selamlarımı iletmelerini söyledim.

İtikatım güçlendi birden.

Dünya küçük!

Dünya küçük, yaşam güzel, herkese yetecek kadar yer var.

 

Aarhus, Mayıs 2024